Amerikan doları, avro ve İngiliz sterlini gibi para birimlerinin Türk lirası karşısındaki değeri, Türkiye’de gündelik ekonomi takibinin en belirgin göstergelerinden biri. Bu kurlardaki kısa vadeli dalgalanmalar bile, birçok kişi tarafından ekonominin genel gidişatına dair bir işaret olarak yorumlanıyor. Özellikle küreselleşmenin hız kazandığı bu çağda döviz kurlarının anlık takibi, yalnızca dış ticaretle uğraşanlar ve yatırımcılar için değil, herkes için vazgeçilmez bir rutin haline gelmiş durumda.
Türkiye’nin döviz kurlarıyla ilişkisi  Cumhuriyetin ilk yıllarındaki serbest dalgalanmadan sabit kur rejimine geçişle şekillendi; ardından 1980 sonrası dönemde müdahaleli dalgalı kur sistemine evrildi. Her dönemde küresel gelişmeler, iç ekonomik dinamikler ve siyasal tercihler döviz kuru politikalarını etkiledi. Özellikle ABD doları karşısında Türk lirasının değeri, hem ekonomik yönelimlerin hem de kriz dönemlerinin belirleyici bir göstergesi oldu.
Cumhuriyet Dönemi (1923 - 1938)
Türkiye, 1980’li yıllara dek sabit kur rejimi uygulayan ülkeler arasında yer alıyordu. Bu rejimde, yerli para biriminin yabancı paralar karşısındaki değeri, Merkez Bankası tarafından belirlenen sabit bir kur üzerinden korunur. Yani, bugün serbest piyasa koşullarında arz ve talebe göre anlık olarak değişen döviz kurları, sabit kur sisteminde belirli bir seviyede tutulur.
Fakat dünya ekonomisindeki dalgalanmalar, dış ticaret dengesizlikleri ve enflasyonist baskılar gibi etkenler zamanla bu sabit değerlerin sürdürülebilirliğini zorlaştırır. Bu tür durumlarda devlet, yerli paranın yabancı paralar karşısındaki değerini yeniden belirlemek zorunda kalabilir. Eğer döviz kuru yukarı yönlü revize edilirse bu işleme devalüasyon, aşağı yönlü güncellenirse revalüasyon denir. 
Türkiye'de, 1930 yılına kadar Türk lirasının değeri serbest piyasada arz ve talep koşullarına göre belirleniyordu. Bu durumun arka planında, Lozan Antlaşması’nın bir sonucu olarak Türkiye’nin ilk beş yıl boyunca bağımsız gümrük politikaları uygulayamaması ve dolayısıyla ithalatı sınırlayıcı ya da döviz hareketlerini denetleyici araçlara sahip olamaması yatıyordu. Buna karşın, Türk lirası bu dönemde uluslararası kambiyo piyasalarında belirgin bir değer kaybı yaşamadı.
1929’da patlak veren Büyük Buhran, dünya genelinde olduğu gibi Türkiye’de de ekonomik istikrarsızlık yarattı. Özellikle döviz kurlarındaki dalgalanmalar, hükümeti daha kontrollü bir para politikası izlemeye yöneltti. Bu bağlamda, 1930’da Türkiye Cumhuriyet Merkez Bankası’nın kuruluşu yasalaştı; banka 1931’de faaliyete geçti. Merkez Bankası’nın kurulması, devletin para politikasında daha etkin bir rol üstlenmesinin ve Türk lirasının değerini düzenleyici müdahalelere yönelmesinin miladı oldu. Bu yıllarda, liranın değeri üzerinde çeşitli düzenlemeler ve kontrollü müdahalelerle daha istikrarlı bir kambiyo sistemi oluşturulmaya çalışıldı.
7 Eylül 1946 Devalüasyonu
1930’lu yıllar, Türkiye ekonomisinin devletçilik ilkesi doğrultusunda yeniden şekillendiği ve döviz işlemlerinin sıkı kambiyo kontrolleriyle denetlendiği bir dönemdi. Bu dönemde, ithalat kısıtlamaları ve devletin ekonomideki belirleyici rolüyle birlikte, Türk lirası istikrarlı tutulmaya çalışıldı. 2. Dünya Savaşı yıllarında da benzer şekilde, Türk lirasının değeri diğer para birimlerine karşı göreli olarak yüksek seviyede korundu. Bu tutum, hem ekonomik istikrarı sağlama arzusu hem de sınırlı dış ticaret koşullarının doğal bir sonucu olarak gelişti.
Savaş süresince biriken enflasyonist baskılar ve savaş sonrasında dünyada esen liberal ekonomik rüzgarlar, Türkiye’yi daha esnek döviz politikalarına yönelmeye zorladı. Bu ortamda, 7 Eylül 1946 tarihinde Recep Peker Hükümeti tarafından alınan kararlarla Türkiye, tarihindeki ilk büyük devalüasyon adımını attı. Türk lirasının değeri yaklaşık %40 oranında düşürüldü; 1 ABD doları 1,3 TL seviyesinden 2,8 TL’ye çıkarıldı. 

4 Ağustos 1958 Devalüasyonu
2. Dünya Savaşı sonrasında dünya ekonomisi, 1930’lu yılların korumacı ve içe dönük yapısından köklü biçimde farklılaşmıştı. Küresel düzen, artık ABD ve Sovyetler Birliği ekseninde iki kutba ayrılmıştı. Bu kutuplaşma, yalnızca siyasal ideolojiler değil, aynı zamanda ekonomik kurumlar ve kalkınma stratejileri açısından da belirleyici oldu. Süper güçlerin dış yardımları, bu yeni dünya düzeninde yalnızca bir kalkınma aracı değil, aynı zamanda birer jeopolitik nüfuz unsuru haline geldi.
Bu denklemde Türkiye, Kore Savaşı’na Batı Bloku’nun yanında katılarak tarafını belirledi. Ardından, ABD’nin dış yardım programları kapsamında aldığı destekle birlikte, serbest piyasa ekonomisine ve dışa açılma politikalarına yöneldi. 1950’li yılların başında yaşanan ithalat serbestleşmesi ve dış kaynak akışı, kısa vadede Türkiye’ye yüksek büyüme oranları olarak geri döndü.
Fakat bu büyüme sürdürülebilir değildi. 1950’lerin ortalarından itibaren döviz darboğazı, dış ticaret açıkları ve artan dış borç baskısı, Türkiye’yi ekonomik olarak zor bir döneme soktu. Bu süreçte Türkiye, tarihinde ilk kez ama son olmayacak biçimde Uluslararası Para Fonu (IMF) ile tanıştı. IMF ile yürütülen istikrar programı kapsamında, 4 Ağustos 1958 tarihinde radikal bir karar alındı ve ithalatta fiilen uygulanan döviz kuru, 1 ABD doları = 9 TL olacak şekilde ayarlandı. Bu uygulama, iki yıl sonra tüm döviz işlemleri için geçerli hale getirildi.
Bu da ilginizi çekebilir: Türkiye - IMF İlişkileri

10 Ağustos 1970 Devalüasyonu
Türkiye’nin 1960’lı yılları, önceki on yılın deneyimlerinden çıkarılan derslerle şekillenen, planlı kalkınma anlayışının benimsendiği bir dönem olarak öne çıkar. Bu süreçte ekonomik büyümenin rastlantılara bırakılmaması hedeflenmiş, yatırımların yönü ve öncelikleri beş yıllık kalkınma planları aracılığıyla belirlenmiştir. Planların hazırlanmasında ve uygulanmasında 1960’ta kurulan Devlet Planlama Teşkilatı (DPT) başta olmak üzere çeşitli kamu kurumları merkezi rol üstlendi.
Bu dönemin temel sorunu, uzun vadeli planlama hedefleri ile kısa vadeli makroekonomik yönetim araçları arasındaki uyumsuzluk oldu. Maliye politikaları, para arzı yönetimi ve dış ticaret gibi alanlardaki kararlar çoğu zaman plan hedefleriyle örtüşmemiştir. Özellikle 1964’ten itibaren Türk lirasının aşırı değerlenmesi, ihracatın zayıflamasına ve ithalatın artmasına neden olmuş, bu durum zamanla ödemeler dengesi sorunlarını derinleştirmiştir.
Artan dış açıklar ve döviz sıkıntısı, 1970’li yılların başında bir ekonomik krize evrilince, hükümet kapsamlı bir kur ayarlamasına gitmek zorunda kaldı. 10 Ağustos 1970 tarihinde alınan kararla, Türk lirası %66 oranında devalüe edildi ve 1 ABD doları 15 TL olarak belirlendi. Bu karar, hem ekonomik istikrarı yeniden sağlama çabası hem de dış ticaret dengesini onarma amacı taşıyordu. Ancak aynı zamanda, planlı kalkınma döneminin temel kırılma noktalarından biri olarak kayıtlara geçti.

1970-80 Arası Kur Ayarlamaları
1970’ler, Türkiye’nin yanı sıra pek çok gelişmiş ve gelişmekte olan ülke için ekonomik istikrarsızlığın en belirgin şekilde hissedildiği bir dönem. Türkiye’de bu yıllar, bir yandan artan siyasal şiddet olayları ve uzun kuyruklara neden olan mal kıtlıklarıyla, diğer yandan ise yapısal ekonomik sorunlarla hafızalara kazındı. 
Soğuk Savaş’ın iki kutuplu dünya düzeni, bloklar arası gerilimleri körüklerken savunma harcamalarının artmasına ve süper güçlerin müttefiklerine sağladığı ekonomik kaynakların zamanla kısıtlanmasına neden oldu. Bu küresel kriz ortamı, savaş sonrası ekonomik düzenin belkemiğini oluşturan Bretton Woods sisteminin çöküşüyle daha da derinleşti. Ağustos 1971’de, Amerikan dolarının altına sabitlendiği sistem sona erdi; 1 ons altının 35 dolara eşit olduğu bu düzenin yerini, serbest dalgalı kur rejimi aldı. Bu gelişme, dünya ekonomisinde belirsizliğin artmasına neden oldu.
Bir diğer kırılma ise 1973 petrol kriziydi. Petrol İhraç Eden Ülkeler Örgütü (OPEC), petrol fiyatlarını dört katına çıkararak ekonomik baskıyı artırdı. Bu durum, dünya genelinde yüksek büyüme döneminin sonunu getirirken, enerji ithalatına bağımlı olan Türkiye gibi ülkelerde derin maliyet krizlerine ve dış borçlanmanın hızla artmasına yol açtı.
Türkiye özelinde bu tabloya, 1974 Kıbrıs Harekâtı sonrası uygulanan ABD ambargosu da eklendi. Bu gelişmelerin birikimli etkisiyle, özellikle 1977’den itibaren Türkiye, ağır bir ödeme dengesi kriziyle karşı karşıya kaldı. Vadesi gelen dış borçlar ödenemedi, döviz rezervleri eridi ve ekonomik göstergeler hızla bozuldu. Bu koşullarda, Türkiye 1978’de bir kez daha IMF ile istikrar programı anlaşması yaptı. Program kapsamında kur ayarlaması yapıldı ve 1 ABD doları 25 TL seviyesine çıkarıldı.
Ancak bu da yeterli olmadı. 1979 yılında yapılan yeni bir devalüasyonla 1 ABD doları 47 TL oldu. Bu sert ayarlamalar, Türkiye’nin döviz açığını ve dış borç yükünü hafifletmeyi hedefliyordu; fakat yapısal reformlarla desteklenmediği için etkisi sınırlı kaldı. 

24 Ocak 1980 Kararları
1970’lerin sonu, Türkiye ekonomisi açısından çok yönlü bir tıkanmışlık halini ifade ediyordu. Temel tüketim mallarındaki kıtlıklar, durgunlukla birlikte seyreden yüksek enflasyon, sosyal ve siyasi istikrarsızlık, ve başarıya ulaşamayan ekonomik programlar, ülkenin içine girdiği çoklu krizi derinleştirmişti. Üstelik, 1979 yılında patlak veren İran-Irak Savaşı, küresel ölçekte ikinci büyük petrol krizini tetikledi ve dünya ekonomisinde yeni bir maliyet şoku yarattı.
Bu dönemde, birçok gelişmekte olan ülke gibi Türkiye de borç krizi sarmalına sürüklendi. Vadesi gelen dış borçlar karşısında döviz rezervleri yetersizdi ve ekonomi hızla yönetilemez bir noktaya doğru gidiyordu. Bu tabloya eş zamanlı olarak Batı dünyasında ekonomik paradigma değişiyordu: ABD’de Ronald Reagan ve İngiltere’de Margaret Thatcher liderliğinde yükselen neoliberal politikalar, devleti küçültmeyi ve serbest piyasayı ön plana çıkarmayı amaçlıyordu. Bu eğilim, Türkiye gibi ülkeler için de dış yardımların ve kredilerin serbestleşme şartına bağlanması anlamına geliyordu.
İşte bu ortamda, 24 Ocak 1980 Kararları, Türkiye’nin IMF ve Dünya Bankası ile yürüttüğü müzakereler doğrultusunda hazırlandı. Kararlar, yalnızca bir istikrar programı değil, aynı zamanda ithal ikameci sanayileşme modelinden ihracata dayalı büyüme modeline geçişin ilk adımıydı. Programın temel hedefi, piyasa koşullarına daha duyarlı, dışa açık ve rekabetçi bir ekonomi oluşturmaktı.
Bu doğrultuda ilk önemli adım, döviz kuru politikasında atıldı. 1 ABD doları, 47 TL’den 70 TL’ye yükseltildi. Bu yalnızca bir devalüasyon değil, aynı zamanda döviz kurunun ekonomik rekabet gücüne göre ayarlanacağı bir sistemin başlangıcıydı. Bir yıl sonra, 1 Mayıs 1981 itibarıyla Türkiye Cumhuriyet Merkez Bankası, döviz kurlarını sabit şekilde belirlemek yerine, ABD dolarının piyasa fiyatını izleyerek Türk lirasının dış değerini günlük olarak ilan etmeye başladı.

1980 sonrası dönemde Türkiye, sabit kur rejimini terk ederek müdahaleli dalgalı kur rejimine geçiş yaptı. Bu yeni sistemde döviz kurları, piyasadaki arz ve talep koşullarına göre dalgalanırken, Merkez Bankası da gerektiğinde döviz alım-satımı gibi araçlarla müdahalede bulunarak kur üzerinde yönlendirici bir rol üstlenmeye başladı.
Bu dönüşümün önemli adımlarından biri, Ağustos 1988’de Merkez Bankası bünyesinde döviz ve efektif piyasalarının kurulmasıyla atıldı. Bu tarihten itibaren döviz kurları günlük olarak açıklanıyor ve kur seviyesi piyasadaki gelişmelere göre şekilleniyordu. Ancak bu dalgalanma, tamamen serbest bırakılmamış; Merkez Bankası’nın zaman zaman yaptığı müdahalelerle kontrollü bir şekilde yürütülmüştü. 
5 Nisan 1994: İlk Büyük Finansal Çöküş 
Türkiye’de kurun serbestleştiği dönemin ilk büyük kırılması, 1994 Ekonomik Krizi ile yaşandı. Bu kriz, Türkiye’nin yakın tarihindeki en sert finansal çalkantılardan biri olarak hafızalara kazındı. Krizin temelinde, 1990’lı yıllarda giderek derinleşen popülist maliye politikaları, artan bütçe açıkları ve Merkez Bankası’nın kamu açıklarını doğrudan finanse etmesi gibi yapısal zaaflar yer alıyordu. 1993 yılında kamu harcamaları hızla yükselirken, bu artışı karşılayacak düzeyde gelir elde edilemedi. Artan borçlanma ihtiyacı, iç piyasada faiz oranlarını yukarı çekti ve yatırımcı güvenini zayıflattı. Aynı dönemde döviz kurundaki baskıyı azaltmak amacıyla Merkez Bankası rezervleri yoğun biçimde kullanıldı, ancak bu müdahaleler sürdürülemez hale geldi.
1994’ün başında dövize olan talep patlama noktasına ulaştı; Merkez Bankası’nın müdahale kapasitesi tükenince, Türk lirası sert bir devalüasyona uğradı. 5 Nisan 1994’te açıklanan ekonomik istikrar programıyla birlikte, Türk lirası ertesi gün % 28 değer kaybetti. 7 Nisan'da %19,7'lik değer kaybıyla 1 ABD doları 40 bin TL seviyelerine kadar yükseldi. Kur şoku, faiz oranlarını hızla yukarı çekti; ekonomik büyüme negatife döndü, işsizlik arttı ve enflasyon yeniden kontrolden çıktı. 
23 Şubat 2001: Türk Lirası %28,4 Değer Kaybetti
Şubat 2001 Krizi, Türkiye’nin modern ekonomik tarihinde hem yıkıcı etkileri hem de ardından gelen yapısal dönüşümler nedeniyle kritik bir dönüm noktası olarak kabul edilir. Kriz, 1990’lı yıllar boyunca biriken yapısal zayıflıkların—özellikle zayıf kamu maliyesi, denetimsiz bankacılık sistemi ve siyasi istikrarsızlığın—bir araya gelmesiyle patlak verdi. 2000 yılında IMF ile yürürlüğe giren “Güçlü Ekonomiye Geçiş Programı”, düşük enflasyon hedefi doğrultusunda kur çıpası sistemini benimsiyor, döviz kurunu belirli bir bant içinde sabit tutmayı amaçlıyordu. Ancak bu sistem, sıcak para girişine bağımlı olduğu için, yatırımcı güveninin sarsılması durumunda son derece kırılgandı.
Güvenin sarsılmasına neden olan kıvılcım ise, 19 Şubat 2001’deki MGK toplantısında ateşlendi. Cumhurbaşkanı Ahmet Necdet Sezer’in, Başbakan Bülent Ecevit’e anayasa kitapçığı fırlatmasıyla başlayan gerginlik, piyasalar tarafından devletin en üst düzeyinde ciddi bir siyasi kriz olarak algılandı. Zaten kırılgan olan yatırımcı güveni anında çöktü; döviz talebi hızla arttı, faizler bir gün içinde %7000’e fırladı ve Merkez Bankası’nın döviz rezervleri hızla eridi. Kur hedefi sürdürülemez hale geldi ve hükümet, 22 Şubat 2001’de döviz kurunu serbest bırakmak zorunda kaldı.
Kurun serbest bırakılmasının hemen ardından, Türk lirası hızla değer kaybetti. 22 Şubat Perşembe günü 688 bin lira seviyelerinde işlem gören dolar, sadece iki iş günü sonra, 26 Şubat Pazartesi günü 1 milyon 78 bin liraya yükseldi. Böylece TL’nin dolar karşısındaki toplam değer kaybı iki günde %36’yı buldu.

Ağustos 2018: Rahip Brunson Krizi
2001 krizinin ardından uygulamaya konan yapısal reformlar ve aynı dönemde küresel ölçekte etkili olan ABD’nin genişlemeci para politikaları, Türkiye ekonomisinin 2000’li yılların ilk yarısında görece istikrarlı bir döneme girmesini sağladı. Enflasyon kontrol altına alındı, kamu maliyesi disipline edildi ve kur oynaklığı önemli ölçüde azaldı. Türk lirası bir miktar değer kazanırken, 2008 küresel finansal krizinin etkileri sınırlı kaldı ve döviz kurlarında büyük sıçramalar yaşanmadı. Fakat bu istikrar, 2018’e gelindiğinde yerini sert bir kırılmaya bıraktı.
2018 yılında yaşanan kur şoku, Türkiye’de son yılların en sarsıcı ekonomik gelişmelerinden biri olarak öne çıktı. Yılın başında 1 ABD doları yaklaşık 3,80 TL iken, yaz aylarında hızla yükselerek 13 Ağustos’ta günlük kapanışta 6,89 TL seviyesini ulaştı. 4 ay gibi kısa bir sürede yaşanan bu yaklaşık %43’lük değer kaybı, piyasada ciddi bir panik yarattı. Kur şokunun arkasında uzun süredir devam eden yapısal sorunlar –yüksek cari açık, özel sektörün döviz borçluluğu ve Merkez Bankası’nın bağımsızlığına dair endişeler– bulunuyordu. Bu kırılgan zemini sarsan olay ise ABD ile yaşanan Rahip Andrew Brunson krizi ve buna bağlı olarak Washington’dan gelen yaptırım tehditleri oldu.
Kur şoku sonrası ekonomideki göstergeler hızla bozuldu. Enflasyon Ekim 2018’de yüzde 25’in üzerine çıktı, büyüme hızı düştü ve ekonomi resesyona girdi. Merkez Bankası, dövizdeki yükselişi dizginlemek için Eylül ayında politika faizini sert bir şekilde artırarak yüzde 24 seviyesine çekti. Fakat 2018'in son gününde Türk lirasının değeri ilk gününden %28 daha azdı. 
2021 Kur Şokları: "Enflasyon Faizin Sebebi mi Sonucu mu?"
2021 yılında Türkiye’de yaşanan kur şokları, önceki krizlerden farklı olarak doğrudan para politikası tercihleri nedeniyle ortaya çıktı ve bu yönüyle ekonomi tarihinde ayrı bir yerde duruyor. Türk lirası, yıl boyunca özellikle son çeyrekte büyük bir değer kaybı yaşadı; 2021’in başında yaklaşık 7,40 TL olan dolar kuru, 21 Aralık'ta günlük kapanış değeri olarak 17,5 TL ile tarihi zirveyi gördü. Bu olağanüstü kur artışı, piyasada derin bir güvensizlik ortamı yarattı ve ekonomik aktörlerin beklentilerini ciddi biçimde bozdu.
Kur şoklarının temel nedeni ise faiz politikalarında izlenen alışılmışın dışındaki yaklaşım oldu. Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan’ın “faiz sebep, enflasyon sonuçtur” söylemi doğrultusunda Merkez Bankası, enflasyonun hızla yükseldiği bir dönemde politika faizini arka arkaya indirdi. Eylül 2021’den itibaren yapılan faiz indirimleri, yükselen enflasyona rağmen sürdürüldü ve yatırımcılar bu yaklaşımı Merkez Bankası’nın bağımsızlığına dair güçlü bir işaret olarak algılamadı. Bu durum, dövize yönelimi hızlandırdı ve TL’de sert değer kaybına yol açtı.
Aralık 2021’de dövizdeki sert yükselişi kontrol altına almak amacıyla hükümet, Kur Korumalı Mevduat (KKM) sistemini devreye soktu. Bu model, TL mevduat sahiplerine kur farkı garantisi vererek dövize olan talebi azaltmayı hedefliyordu. Açıklamanın ardından dolar kuru birkaç gün içinde 11 TL seviyelerine kadar geriledi. Fakat 2021'de uygulanan faiz politikalarının Türk lirasının değerine maliyeti %42,8 oldu. 
Show more